Selanik’te dünyaya gelen bir subay düşünün…
Henüz genç yaşında vatan topraklarının işgaline tanık olmuş, milletinin bağımsızlık duygusunun küllerini yeniden alevlendirmeye karar vermiş. Adı Mustafa Kemal sonradan Atatürk olacak bu adam, yalnızca bir savaş kahramanı değil, bir milletin yeniden doğuşunun mimarıydı.
Cephelerde yıllarını tüketti.
Çanakkale’nin siperlerinden, Sakarya’nın tozlu vadilerine kadar her yerde vatanı için savaştı. Hastalıklarla boğuştu, sıtma ve mide rahatsızlıkları onu yıprattı, ama hiçbir zaman mücadele azmini kaybetmedi. Çünkü onun gözünde Türk milleti esir yaşamayı hak etmiyordu.
Atatürk, İstiklal Savaşı’nı yalnızca silahlarla değil, fikirlerle kazandı.
Emperyalizme başkaldıran, halkına özgüven aşılayan bir önderdi.
Kurtuluş Savaşı bitince silahı bıraktı, kalemi eline aldı; yeni bir devleti, yeni bir toplumu inşa etti. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek, bu ülkenin gerçek sahiplerinin halkın kendisi olduğunu ilan etti.
Bugün 100 yılı geride bırakan Cumhuriyet’e baktığımızda, Atatürk’ün bize emanet ettiği o Türkiye’yi hatırlamak zorundayız.
O, çağdaş, özgür, üretken ve aklın öncülüğünde ilerleyen bir ülke düşlemişti. Kadınların eğitim aldığı, çocukların hayal kurabildiği, bilimin ve sanatın değer gördüğü bir Türkiye…
Atatürk’ün en büyük hastalığı hiçbir zaman bedensel olmadı.
Onun tek derdi, milletinin geri kalmasıydı.
Ve o, bu hastalığa tek bir çare bıraktı: Cumhuriyet.
Bugün bize düşen, o emaneti korumak, yaşatmak ve geliştirmektir.
Çünkü Mustafa Kemal’in mirası bir heykelden ibaret değildir; bir düşünce biçimidir.
Ve o düşünce hâlâ bize sesleniyor:
“Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.”

